İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

31 Mart 2016 Perşembe

Karanlıkta Bir Ninni Struma

Uzun zaman oldu okuduğum bir kitapla ilgili düşüncelerimi yazmayalı.
E arayı uzun tutunca da neresinden başlayacağını düşünüyor insan.
Karanlıkta Bir Ninni Struma, Hakan Akdoğan'ın okuduğum ilk kitabı değil. Onunla ilk Nü Peride kitabı ile tanıştım. Kendisi benim dilini çok sevdiğim bir yazar. İki ayrı hikayeyi örüşü, zaman dilimleri arasında geçişleri beni iki kitabında da etkilemiştir.
Struma gemisinden ise ilk kez Zülfü Livaneli'nin Serenad kitabı ile haberdar olmuştum. Aranızda okumamış olanlarınız varsa okunacak Zülfü Livaneli kitapları arasında tek geçtiğimdir. Onunla ilgili yorumumu da daha önce sizinle paylaşmıştım.
Dedim ya arayı uzun tutunca neresinden başlayacağını düşünüyor insan diye çok uzattım ama şimdi başlamalıyım.
Hiçbir yere ait olamayan ama ait olma umuduyla yola çıkan yüzlerce Yahudiye yüzen bir tabut olan geminin adı Struma.
Umut gemisi.
Korku gemisi.
Utanç gemisi.
Ve onca insana mezar olan Karadeniz.
İkinci Dünya savaşanın en zor dönemlerinde Köstence'den yola çıkan Struma İstanbul'a demir atar.
Günlerce süren bekleyiş döneminde Carol'un defterine aldığı notlar kitapta tarihin en büyük utancına tanıklık ediyor.

''Yurtsuzluk! Bir yere ait olamama. 'Burası benim toprağım.'diyememe. Bir kara parçasının, hayali sınırlarla çevrilmiş bir coğrafyanın belirli bir insan grubuna ait olması. Bu el konulan kara parçasının muhtaç insanlara açılmaması. Düşmanlık!''

İlk başta da söz ettiğim gibi yazar kitabında iki ayrı hikayeyi örüyor. 
Bir yandan Stuma'yı acındırmadan tüm gerçekliği ile anlatırken diğer tarafta 12 Eylül döneminde yaşanan işkencelere tanıklık ediyor. İki hikaye arasında gidip gelirken ise okuduklarınızla kanınızı donduran olaylara şahitlik ediyorsunuz.


Alıntılar

'Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.'
sayfa 56

'Sevdiğimiz ya da zorla sevdirildiğimiz televizyon bizi yavaş yavaş kitaplardan, doğadan, duyarlılıklarımızdan, duygularımızdan, insanlığımızdan uzaklaştırıyor. Bitiriyoruz. İşte ben bu bitişi izliyorum. Keyif almıyorum. Acı çekiyorum. Onların içinde, onlarla yaşamak, onlardanmış gibi görünmek ve onlar için acı çekmek.'
sayfa 80

'Yurtsuzluk! Bir yere olamama "Burası benim toprağım" diyememe. Bir kara parçasının, hayali sınırlarla çevrilmiş bir coğrafyanın belirli bir insan grubuna ait olması. Bu el konulan kara parçasının muhtaç insanlara açılmaması. Düşmanlık.'
sayfa 85

'... öyle çok ki ölüler... ve öyle çok ki al güneşle yarılmış hendekler... ve öyle çok ki gemilere vuran miğferler... ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller... ve öyle çok ki unutmak istediklerim...'
sayfa 92

'Farklı uluslardan gelmiş, farklı diller konuşan, farklı hayatlar sürmüş bir sürü insanın tek gemide, tek şarkıda, tek tutsaklıkta buluşması ve kaderlerini ortak yaşaması kimin isteğiydi? Tanrı'nın mı? Tanrı bu kadar çocuğu, bu kadar insanı neden cezalandırıyordu ki durup dururken? Bu Tanrı'nın dışında gelişen bir olaydı. Bu Tanrı'nın hükmedemediği cellatların işiydi. Bir gün cellatların teşhir edilmesi ve cezalandırılması Tanrı'nın planları arasındaysa bu yanlış bir yol bana göre. Bunun için kullanılmış olmak bana dokunuyor. İnancımı mı yitiriyorum?
sayfa 103

'Adımız "insan". Soyadımız "sizden biri".'
sayfa 124

'İnsan olmanın sınırı "kendi insanının sınırları"dan ibaret değil.'
sayfa 124

'İşkencecilere. Amaç aynı. Araç farklı. Darbe yapıyorlar. Yumuşak darbe. Silahla, tankla, tutuklamayla,i şkenceyle, vurmayla, asmayla değil; medyayla. Bir eve tıkılan insanları yirmi dört saat gözetlemek, gelinler ile damatları kaynanalarla kavga ettirmek, sorunlu ünlüleri bir çiftlik evine yerleştirmek, ayakta duramayan şarkıcıları buzda dans ettirmek, sesi benden bile kötü insanları çılgınca alkışlamak başka ne işe yarayabilir ki?'
sayfa 129

''Medya, susturucu gibi takıldı insanlara. Başkalarının hayatlarını gözetliyor, onların yaptıklarıyla yaşıyorlar. Şöhret tadında toplum sakızı. Çiğnenip atıldıktan sonra yenisi tıkılacak ağızlara...' 
sayfa 129










2 yorum: