İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Ustam ve Ben

Ustam ve Ben

Yazarın 'Aşk' adlı romanından sonra okuduğum en güzel romanıydı diyebilirim.
Kitap 470 sayfa olup Ustamdan Evvel, Ustam, Kubbe ve Ustamdan Sonra olarak 4 bölümden oluşmaktadır. Bir de şanslı bir okurum sanırım adıma imzalıdır.:)

***

Romanda Osmanlı tarihinden bir kesit bulunuyor. 
Bir şehrin kuruluşu, camiler, külliyeler hepsini o kadar güzel anlatmış ki 
Mimar Sinan'ın hakkında daha çok kitap okumak ve yaptığı tüm eserleri tek tek gezip hepsinde namaz kılmak,'Kusursuz olan Allah'dır' deyip her eserinde bıraktığı o küçücük kusuru bulmak istiyor insan. Yazar o döneme ait tüm tarihi bilgileri  kendi hayal gücü öyle güzel harmanlamış ki siz de Çota'nın sırtında tüm İstanbul'u gezerken buluyorsunuz kendinizi...

Alıntılar...

"Şu hayatta kimseye hayır getirmeyeceğinden emin olduğu üç şey vardı: Ruhunu iblise satan adam; güzelliğiyle böbürlenen kadın ve sabahı bekleyemeyecek kadar acil olan haber." syf:26

"Hayatımızın bir haritası varsa şayet, yollarda değil, yol ayrımlarında çizilmekte. İki şey arasında tercih yaptığımız o kısa kısacık anlarda. Göz açıp kapayana kadar değişir kaderimiz, tek bir kararla." syf:80

"Çünkü zamanında ustalaşmak isteyen, yaptıklarını geride bırakmayı da bilmeli. Eserinden ziyadesiyle memnun olursan öğrenmeyi kesersin. 'Ben oldum' dersin. Oracıkta kalır, yerinde sayarsın. En iyisi her seferinde yeniden hevesle işe koyulmak, sil baştan."SYF:115

"Yaptığın işi gönlünde hissedersen, ırmaklar çağlar içinde." sfy:124

"Şayet bir işi başarmak istiyorsan, onu neden bir başkasının değil, senin yapman gerektiğine kainatı ikna etmen lazım. Bunun da tek yolu çalışmaktır." syf:146

"Üstatlar mühimdir ama kitaplar daha aladır,unutma. İnsanın bir kütüphanesi varsa bin öğretmeni var demektir. Aslolan öğrenmek. Cühela takımı zanneder ki bu aleme yiyip içmeye yahut kavga çıkarmaya geldik. Veya çoluk çocuğa karışmaya. Halbuki esas işimiz bilgimizi ilerletmek. Bu sebepten buradayız." syf:175

"Bir dil öğrendiğinde koskaca bir kalenin anahtarını teslim alırsın. Kale kapısından başka kimler girmiş, seni ne ilgilendirir. Sen kendi keşfine bak." syf:177

"Ustam der ki: Katipsen kağıdın, çiftciysen toprağın, mimarsan taşın dilini konuşursun. İyi işler yapalım ki şu aleme bir hayrımız olsun" syf:252

"Aşk gerekli değildi. Hatta yokluğu daha iyiydi. Aşk sadece ıstırap getirirdi. Sevgi yeterliydi."syf:399





2 Haziran 2014 Pazartesi

Bir Cihan Kafes

Bir Cihan Kafes

İclal Aydın...

O güzel gözlerinin arkasında hüznünü gizleyemeyen, duruşu, oyunculuğu yazıları ile hayran olduğum bir kadındır.
İlk romanı olmasına rağmen inkar edemem beklediğimin çok çok üzerinde başarılıydı.
Özellikle ana-kız, baba-kız ilişkileri, duygular, geçmiş zamanda yaşanan duygular ve şimdiki zamanla ilişkilendirmesi çok iyiydi.
Dünya üzerinde kadın dün ne ise bugünde aynı acılardan geçiyordu...
Kitap mı beni okudu ben mi onu bilemedim...
Ama bende bıraktığı izler derin...
Kalbimde binlerce oda varmış fark etmediğim ve birden hepsinin kapıları aralanıp, içerisinde üzerini kapadığım bir sürü hikayeyi gün yüzüne çıkardı 'Bir Cihan Kafes'

****
Samire, daha küçücükken tek arzusu annesinin ona çok gördüğü yumurtayı midesine indirmek iken önüne cıkan ablasının sevdalısı yüzünden düşerek hem yumurtasından hem dişinden olmuş hemde Ethem'e ettiği beddua ile tüm hayatını bedbaht etmişti...
Sevmişti ama Ethem'i ablası için varmış olsa da ona kocası bellemişti. 
Ethem'in radyo dinlerken kulağına düşen her ezgide düşüp kırdığı dişine, yüzüne bakıp kendini çirkin bulsa da kocasıydı Ethem çocuklarının babasıydı.

Yaşar, daha annesi çocuktu Yaşar'ı doğurduğunda bakamaz büyütemez dediler.
Anneannesi ve dedesi ile büyüdü, annesini hiç sevmedi babası ise ilk aşkı olmuştu.
Babasının 'oku kendi ayaklarının üzerinde dur erkek gibi kadın ol' demesi üzerine Yaşar yatılı okullarda, çok okuyup hoca olmuştur. Gönlünü Ali'sine kaptırıp babasını karşısına almış ailesine sırtını dönmüştü. Ta ki Lorin'i kucağına aldığı güne değin...

Lorin, Tuncelililer koymuştu adını ''Avuntu... Elde Kalan... Teselli"  demekti.
Annesi onu kucağına alıp hiç sevmemişti. Sevgisizliğinden bir Fransız'la evlenmiş. Ama yaptığı hatayı kısa sürede anlamış bedenine kendine bunu yapmaması gerektiğini düşünüp karnındaki bebeği ile düşmüş yola dönmüş Türkiye'ye. Onun hikayesi ise Doruk'la tanıştıktan sonra başlıyor. 

Lemide Hanımı anmadan geçemezdim ama o bir tek Münir Nurettin Selçuk'un Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın eseri ile kalsın istedim hatırımda.





***

Altını Çizdiklerim

"Anne karnında her şeyden ve hepsinden evvel kalbin, sonra omuriliğin beliriyor. Ardından tomurcuk açıyor ellerin.
Kalbin önceliği var hepsinin içinde. Bu yüzden kalbi eğitmek diğerlerinden daha zor. O kalbi büyütmek, eylemek, teselli etmek, demire döndürmek için akıp giden bütün yıllar, yani dünya üzerindeki bütün serüvenin aslında bir göz açıp kapatmadan ibaret.
Her kalp aynı buluşmayla oluşup benzer bir yarayla çürüyor üstelik...
Bir insanın yumruğu kadardır kalbi, derler.
Demek ki kalbin kadar insansın.
Avucunun içine düşen kalbin kadar merhametin...
Umutsuzlukla tütsülenmiş bütün kalpleri, kendini kalabalığın içine savurup sağır ve dilsiz olmak isteyenleri, yalnızlığın kuyusunun başından ayrılmadan, durmaksızın kaderinin yankısını dinleyenleri görür görmez tanırım."

"Öykülerine tanıklık ettiğim insanların hafızalarında kimi yılların böyle hızla dürülüp bükülmüş çamaşırlar gibi saklandığını görmüşümdür hep. Kimileri de bir gazeteden kesilmişcesine, unutulmamayı bekler gibi bir kenara konmuştur..."

''Aşkta mesele şu ki... O dönme dolap, adı üzerinde dönüyor... Yükseliyor... Alçalıyor... Ama sen hep en tepedeki halini anımsıyorsun..."

"Aşk, algı kapılarını açıp mantıklı düşüncenin üzerini örten bir uyaran değil mi... Acı gibi?"

"Kararında yalnızlık iyidir. Yeni bir güne yeni bir güneşe hazırlar insanı. Ama ötesi... Ötesinden kork işte! Allah iki şeyi sevmez kızım. Israrlı günahı ve isyanı. Mutsuzlukta bu kadar ısrar edersen bir gün isyan edersin. Bu da ısrarlı günaha girer. Kalk artık, kaldır başını!"

"Ne çok yaramı açık ettim sana. Bile bile... Şimdi giderken yine yaralarımdan vurursun sen beni!"

"Sevgin direğimiz, üzerimize saldığın korku çatımız olmuş meğer. Mutsuzluğumuzdan örülü bir devlet yaratmışsın hepimize. Sen en çok beni severdin ya. En çok beni köle yapmışsın kendine."




9 Mayıs 2014 Cuma

Mucizevi Mandarin



Kitabı anlatmaya başlamadan önce kitabı bana anlamlı kılan dostum 
Fatma Zehra Sunay'ın mektubunda ki dizelerden başlamak isterim.


Güneş... Yıldız...

Yol uzun, güzergâh zorlu; ne demeliyim? 
Zarif kardeşim benim, 
Seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim. 

Sana yıldız sana güneş mi demeliyim, 
Günümde hayret gecemde hayret istedim 
Yer yer senin gibiyim ben yer yer kendim. 

İnsan olan yerlerim çok ağrıyor, 
Olsun, yine de sen kapanma, bu sıra benim, 
Yerine bırak ben incineyim.

Birhan Keskin


Uzun yol arkadaşlarım Sesil Yıldırım ve kendisi ile beraber okuduğumuz Mucizevi Mandarin’in büyüsünden kurtulmak benim için biraz zor oldu. O nedenle Fatma’cığım uzun uzun araştırıp armağan ettiğin kitap ve dostluğun için çok teşekkür ederim.

Aslı Erdoğan'la daha önce Kabuk Adam'la tanışmıştım.
Kelimelerine, uslubuna hayran kaldığım bir yazar.
Kitap 141 sayfa fakat her cümlesi her kelimesi o kadar derin ki sanki sayfalarca bir roman okumuş gibi oluyorsun kitabın sonuna geldiğinde.

Cenevre sokaklarında tek gözünü yitirmiş bir kadın, hiçliğin arasında yok olmuş...

Kitap hakkında diyebileceğim tek şey, hani boğazın düğüm düğüm olduğunda söylemek istediğin o kadar çok şey vardır da söyleyemezsin ya, 
hani kalbin acır, yanmaz ama gercekten acır karşımdaki incinmesin diye sakladığımız kelimeler vardır ya...
Bir kadının yüreğinin dağlanışı ancak bu kadar güzel kelimelere dökülebilirdi.
Sevgisizliğin bir insanı yokedişi, sevgi dilediğin kalplerin senden kaçışı, 
pişmanlık, acı, ölüm...

William Golding'in dediği gibi sevdiklerinize zaman ayırın yoksa zaman sizi sevdiklerinizden ayırır.

*Mandarin: Çin'de devlet memurluğu yapan kişilere verilen ad.




Alıntılar...


“Bir şehir, ancak içinde sevdiğiniz biri olunca yaşamaya başlar.”
"Süpermarketlerde satılan ürünler gibi, değişik marka ve renklerden oluşsa da özünde aynı, ucuza mal olmuş, el sürmeden, ince eleyip sık dokumadan üretilmiş insanlardan bıkmıştım. Dünyadan akıllıca yararlanma isteğiyle dolu, açık vermekten, kendini kaptırmaktan, ruhunu çıplak bir halde sergilemekten, zayıflıktan ve bağımlılıktan ölesiye korkan bir sürüden var gücümle nefret ediyordum. Elbette, nefret dünyanın en kolay ve en zevkli işidir, kayıp bir insanı uzun süre oyalayabilir, güçlendirir, sağ kalmasını sağlar."


“Şu ya da bu olduğu, sana şundan ya da bundan söz açtığı için değil, seni sevdiği ve sana hep döndüğü, ona ne kadar kötü davranırsan davran, bir kopek gibi sürekli geri döndüğü için birini sevmek…”


"Ne olursa olsun, hiç ama hiçbir şey o ilk anların yerini tutamıyor. Birbiriyle ilk kez bütünleşen bedenlerin tutkuya ani kaçışları... İki ırmağın kavuşması kadar doğal ve coşkulu. Bir ömür boyu sanki sadece bu anı beklemişcesine bedenler konuşuyor ve yeryüzündeki herşey susup dinliyor. Yalnızlıklar unutulmuş, yaralar sarılmış, bu tehlikeli, karmakarışık anlamsız dünyada sağ kalmaya çalışan korku dolu bir canlı bir başka varlığa sığınıyor, gelip geçici güvenliğe, sahte bir cennete kavuşuyor. Hayatın olağanüstü güzellikteki müziğini ansızın duyuveriyor. O müzik hep oradaymış aslında ama o hiç durup kulak kabartmamış."


“Şefkat bazen nasıl da ona en çok gereksinim duyanları paramparça ediyor.”


"Seni nasıl böylesine hırpaladılar? Aşk sözcüğünü duyar duymaz karmakarışık korkulara kapılıp gitmene; iki insanın birbirine en yakın olması gereken zamanlarda, uçuruma yuvarlanır gibi kendi içine dönmene; bakman, istemen ve sorman gerektiğinde başını öne eğmene; bedenin çırılçıplakken kafanı yastıkların altına gömmene kim neden oldu? Senden neyi esirgediler?"


“Bir insan ne kadar kötü dövülürse dövülsün, içeriden ya da dışarıdan, bedeni ya da ruhu ne kadar incinmiş olursa olsun, yaşamı yeniden sevebilir. Yeter ki kafasını hep aynı duvarlara vurmaktan vazgeçsin.”


“Varlığına inanmak zorunda olduğumuz “gerçek”I arıyorsanız eğer, oyunlardan söz edenlerin ve oynayanların ortasında, bence insanlara bakmayı öğrenin. Gizlerine, korkunç anlarına değil, yüzlerine hiç değil. ( Çünkü insan yüzleri yalandır sözleri de özellikle sözleri. Dostum, yazılmış ya da yazılmamış her sözün artık güç isteminden başka bir şey olmadığının farkında değil misiniz?) Bir şey beklemeyin onalrdan. Bakın yalnızca, bakışlarınızın sıcaklığında açılıp içlerini koybereceklerdir nasıl olsa (tıpkı sizin gibi, benim bakışlarımda). Böylece öğreneceksiniz susmayı da ağlamayı da.”


“Ancak sen ilgilendiğinde kanamaya başladı yaralarım, oysa hep oradaydılar. Şu an parmaklarımla kan damlalarında izini sürüdüğüm acı.
Gereksinim duyuyorum izlere, bir zamanlar acı çektiğimi hatırlatmaları için bile olsa gereksinim duyuyorum onlara. Zamanın geçip gitmesin, elimde hiç bir şey bırakmadan akmasına dayanamıyorum çünkü. Oysa her iz doğduğu anda ayrılıp başkalaşıyor onu yaratandan gerçekdışı oluyor. Herşey zamanla sahteleşiyor, yok oluyor, yenileniyor.”


"Yaşlı ve çirkin bir mandarin*, karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş. Sabaha karşı yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki mandarin, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf, çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin iz bırakmadığını görmüşler. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler ama en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile mandarine hiçbir şey yapamıyormuş. Sonunda korkup kaçmışlar. Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, bu sefer aşk adına sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. Gel gelelim, güzel kadının her dokunuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş; dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin, kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş."


"....zaman. O çok değerli, paha biçilmez mücevheri tüketmek için önümüze çıkana sarılıyoruz. Düşmanımız o. Sonsuzmuş gibi görünen gençliğim çoktan bitmişti, sonsuzmuş gibi görünen bir yaşam da biterken bir düşten ötekine harcadığım hep zamandı. Sıkı sıkı yapışabileceğim, bağlanabileceğim bir şeyler aramıştım sürekli. Yaşamı yaşamaya değer kılacak bir inanç, bir düşünce, bir insan olmalıydı bir yerlerde. Bir sokaktan diğerine, bir kitaptan ötekine, bir bakıştan bir başka bakışa hep bu acınası, saf, tehlikeli inançla koştum durdum.
Dünyayı adım adım kat ettim, gözüme ilişen her deliğe, çukura, kovuğa ellerimi uzatıp karış karış aradım. Avuçlarımda bulduğum heo boşluktu, kader çizgilerimin arasındaki boşluk. Yaşamı bütünüyle ıskaladım. Mutsuzluğumun hiçbir ödülü, değeri avuntusu olmadı. Yalnızlığımla yaşamayı hiç öğrenemedim."













30 Ocak 2014 Perşembe

Kabuk Adam

Kabuk Adam: Yazar Aslı Erdoğan

Dünya okurlarınca "geleceğe kalacak elli yazar" arasında sayılan Aslı Erdoğan'ın Everest yayınlarından cıkan bu 140 sayfalık eserini çok sevdiğim dostlarım Sesil ve Fatma ile  okudum  ve kitapla ilgili hatırama daha güzel bir hatıra bıraktım.

"Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar yara açıldığındandır." cümleleri ile başlayan kitabı bitirdiğimde sanki anlatılmayan eksik kalan birşeyler vardı hissiyatı uyandırdı bende.

Bir fizik kongresi için Karayip adalarına giden yazar orada geçimini denizden çıkarıdığı kabuklarla sağlayan çirkin yoksul Tony ile aralarındaki adı konulamayan ilişkinin daha sonra aşk olduğunu anladığında herşeyin geç olduğunu farketti... Tony seneler sonra başka bir kimlikle belleğinde belirdi...

Yazarın dili, duyguları yaşayamadıkları içinde yaşadığı gelgitleri cok güzel yansıttığı ve okudugum ilk kitabı oldu. bundan sonra okuyacağım çok kitabı olacağına eminim.

insan belleğinin seneler sonra bile gelip kendisinden intikam aldığını
unutmak istediğimiz
kaçmak istediğimiz herkesin her duygunun gün gelip gün yüzüne cıktığı
derinlerde acılan büyük yaraların gün gelip izinin sızladığını çok iyi anlatmış yazar kitapta...

Altını Çizdiklerim...

"Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar yara açıldığındandır."  (sayfa 1)

"Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer" (sayfa 1)

"Yaşadıklarım, o her biri elmas değerindeki anlar su damlaları gibi kayıp gitti avcumdan. Gerçekliğin sonsuz okyanusundan tek bir deniz kabuğu kaldı geriye." (sayfa 2)

"Bir balona şekil veren hava gibi benim de hayatıma şekil verecek bir şeye gereksinimim var. Şu anda bunun ne olabileceğini bile bilmiyorum, belki ancak sevgi diye tanımlanacak bir şey." (sayfa 21)

"Bir kitabın kapağına bakarak içindekileri anlayamazsın." (sayfa 24)

"Dürüst olduğumu sanıyordum ama aslında düpedüz kaba ve acımasızdım. Onun bir orkide gibi eşsiz ve zarif duyarlılığını, keskin, soğuk bir orakla biçiyordum. Sevilmeye herşeyden çok gereksinimim varken, bana karşılık istemeden sunulan bu umulmadık sevgiyi reddediyordum. Ele geçirdiğim herşey için, savaşmış, yıpranmış, didinmiştim;hayatın bu sürpriz armağanınındeğerini bilemeyecek denli katılaşmıştım. Yüreğim nasır bağlamıştı." (sayfa 58)

"....ama ne almasını ne de vermesini biliyoruz. Birisi bize azıcık sevgi göstermeye görsün ne oyunlar oynuyoruz." (sayfa 113)

"Cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle döşenmiştir" (sayfa 122)

"Her insanın gün gelip de düşüp parçalanmaktan kendini güçlükle alıkoyduğu bir uçurumu vardır."  (sayfa 45)

"Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız."




16 Ocak 2014 Perşembe

Kavaklıca




Çocukluğum


Duygularımın masumiyetine hiçbir kötü kalbin değmediği zamanlardı...
 Her şeyin en saf hali...
Anneden öte ne olunabilir dense anneannem diyebildiğim zamanlar...


Bir bisküvinin bir çikletin bize lüks sayıldığı, şimdilerin organik gıda denildiği besinlerle beslendiğimiz zamanlar... Kuzinenin gözünden çıkan sıcacık ekmeğin içinde eriyen tereyağ yaş pastamız,
süzme yoğurdun üzerinde gezen pekmez pudingimizdi bizim...
 Uçsuz bucaksız tepelerimiz vardı. 
Bütün bir günü bir suyun pınarının ana kaynağına ulaşmak için saatlerce çocuk aklıyla yürüyüp 
akşamında sise dumana karışıp eve döndüğümüz. 
Yağmur dolu yağdı mı bizden mutlusu olmazdı çinko da yağmurun sesi ile uyumak 
uzaktaki annenin ninnisi gibiydi... 
Uçurtmalarımız vardı; suyunda alabalık tuttuğumuz derelerimiz... 
Teknolojiden bihaber bir gaz lambası ile ananeden dinlediğimiz hikayelerimize eşlik eden TRT radyomuz vardı... 

Eski yayla derdik yıkık dökük harabe evlerin olduğu taş birikintilerine oturur düşünürdük 
acaba buralarda kimler yasadı diye... 
Şimdi bizim evimizin kapısında da bir kilit
 acaba önünden gecen diyor mudur. 
burada çocuklar ne mutlu yaşamış diye...


13 Ocak 2014 Pazartesi

Serenad

Bir yazarla tanışırsın sonra tüm kitaplarını okumak istersin. Zülfü Livaneli  ile tanışmam "Kardeşimin Hikayesi" kitabı ile oldu. Kaleminin gücüne hayran olduğum ve her satırının altını çizip paylaşmak istediğim bir yazar oldu Livaneli…
Özellikle de Serenad’dan sonra…

Serenad…




  3 kadın, 3 siyasi - sosyolojik nedenle gizlenen kimlikler, 3 acı ve çok büyük bir aşk.
  Torununa kimsenin bilmediği tüm dillerden gizlediği adını veren Maya bir Kırım Türkü, Mari bir Ermeni vatandaşı, Nadia Yahudi asıllı bir Alman vatandaşı.
Bu üç kadın dönemin siyasi şartlarından ötürü dinini dilini her şeyini gizleyerek yaşamak zorunda kalmış. İkisi torun sahibi olup ve torunları olan Maya Duran Nadia’nın acısını, aşkını, ayrılığını yazmasına vesile olmuştur.
Kitabı okurken aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin yakın tarihini, Nazizim’den kaçan 40’a yakın profesörün Atatürk’ün daveti ile Türkiye’ye gelip İstanbul Üniversitesinin temelini nasıl oluşturduklarını öğreniyoruz.

Maya Duran;
  İstanbul Üniversitesinin Halkla İlişkiler biriminde bir memurdur.
Dul ve oğlu Kerem’in tüm yükünü üstlenmiş bir annedir. Eski eşi ile arasındaki kopuk ilişkiden ötürü oğlunun ergenliğe bağlı sıkıntıları altında zaman zaman ezilmekte ve çıkar yollar aramaktadır.

Ve bir gün…
  İstanbul Üniversitesine konuk olarak gelen Maximillian Wanger’ı karşılama ve İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde onunla ilgilenme görevi Maya’ya verilmiştir. Profesörle tanışana dek hayatı çok sıradan bir kadın olan Maya onu tanıdığı günden itibaren kendine, insani ilişkilerine, geçmişine ve iç dünyasına dönen bir kadın olmuştur. Prof. Max. 87 yaşında Alman asıllı bir Amerikan vatandaşıdır. 1930’lu yıllarda Nazilerden kaçan ve Atatürk’ün izni ile Türkiye’ye gelen prof. arkadaşlarının  ardından oda ülkemize gelip İstanbul Ünv. hocalık yapmıştır. Profesörün seneler sonra tekrar İstanbul’a gelişi Türk istihbaratını harekete geçirmiştir. Havaalanına ayak bastığı andan itibaren bir takip başlar.

  Max’in Maya’dan onu Şile’ye götürmesi isteği ile herşey çorap söküğü gibi çözülmeye başlar. Maya ve Max ilk kez Şile’de yakınlaşır ve Max’in o soğuğa ragmen Şile’De yaşadıkları Maya’da derin izler bırakırken aynı zamanda artık önüne geçemeyeceği bir araştırma ve merakın içine çeker.

  Max’i Şile’de donmaktan kurtaran Maya onu hastaneye yatırırken şoför Süleyman’ın gördüklerini yanlış anlamasının başına neler açacağından habersizdi.
  Hastanede profesöre yapılan tektiklerde Max’ın çok az ömrünün kaldığı öğrenen Maya Şile’de profesörün sayıkladığı isimlerin peşine düşer. Onu donmaktan kurtaran Maya’ya hayatını borçlu olan Max tüm hikayesini anlatmaya başlar. Anlattığı herşey Maya’yı çok derinden etkilemiştir.

Max anlattıkça Maya Nadia ile birlikte kendi ailesinide düşünür.

  Max’in Amerika’ya dönüşünden sonra çenesini tutamayan şoför Süleyman yüzünden üniversitedeki görevinden istifa eden Maya aslında bir anlamda kendisini de kuş gibi özgür hisseder. Ve artık tek amacı vardır Max’in geçmişine dair herşeye ulaşmak. Önce max’in Şile’de dondurucu soğuğa karşı yarım bıraktığı Serenad’ın notalarına ulaştı, daha sonra da Struma gemisinin deniz altındaki görüntülerine…

  Max’a seneler sonra hem Serenad’ı hemde Nadia’nın naşını götüren Maya onuda alarak ülkesine geri döndü. Ve onu sevdiği kadına teslim etti…

  Okudukça hayretler içinde kaldığım bir elim internette sürekli araştırma içinde olduğum bir kitap oldu Serenad.

  Maya ile oğlu arasında yaşananları dönem dönem bende kızımla yaşasam da ondan daha şanslı olduğumu hissettim hep. Yazılacak daha çok şey var belki ama özetle diyebilirim ki çokça altı çizilecek cümlelere sahip bir kitaptır ve tavsiyemdir.

Altını Çizdiklerim


 “Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık, kimininki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama! Kendini koru kızım, insanlara karşı kendini koru!”


(...)


‘’Birgün dediklerimi değil, demek isetdiklerimi anlayacak bir erkek çıkmayacak mı karşıma! Hava kötü dediğimde sadece havadan söz etmediğimi anlamak bu kadar zor mu? İlle de ben bu hayattan bıktım, türünde sözler mi etmeliyim? İşim çok dediğimde, bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri… yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi anlamaz? Düpedüz sarıl bana dedikten sonra, sarılmanın anlamı mı kalır! Olmayacak duaya amin deme duygusunu yaşıyorum sürekli.


(...)


“Her iktidar adam öldürür mü?”


“Evet! İktidar zulüm demektir. Hele denetlenemeyen iktidar.”


“Peki, iyi insanlar iktidara gelirse?”


“Öyle şey olmaz!”


“Neden?”


Acı bir gülümsemeyle açıkladı:


“İyi insanlar iktidara gelmez, gelse bile iktidar onu bozar, zalim yapar.”


(...)


“Evet!” dedi. “Siz bile adam öldürürsünüz. Çünkü iktidar olmanın başka yolu yok. Eskiden daha açık yapılıyordu, şimdi daha gizli.”


Ellerini çekip daha yumuşak bir sesle devam etti.


“Dolaylı olarak öldürürsünüz, ölümlere neden olursunuz, ama bir şekilde, iktidarınızın sürekliliği öldürmeye bağlı olur. Belki şu anda böyle bir şey yapamayacak bir yapıdasınızdır. Ama iktidar yolu zorlu bir yoldur. Uzun bir yoldur. İnsanı dönüştüren bir yoldur. Ancak iktidara hazır hale geldiğinizde, gerektiği kadar değiştiğinizde, bu yolu tamamlayabilirsiniz.”


Şehzade Selim’le kardeşi Korkut’un hikâyesini anlatayım. Bu iki şehzade Bursa’da yaşıyorlardı. Babaları ölünce içlerinden birisi imparator olacaktı. Başa geçenin erkek kardeşlerini öldürtme geleneği olduğu için birinin padişah olması, ötekinin katledilmesi anlamına gelecekti. Kimin tahta geçeceğini ise bilemiyorlardı. Bunun için birbirlerine yemin ettiler. Hangisi başa geçerse ötekinin canını bağışlayacaktı. Sonunda o gün geldi ve Selim padişah oldu.


“Korkut’a ne oldu peki?”


“Ne olacak, öldürüldü. Bu işin sözle, iyi niyetle falan alakası yok. İktidarları ancak çok sıkı bir denetim dizginleyebilir. Yoksa peygamberleri iktidar yapsanız, onlar da öldürürler.”